Yusuf, Kayseri Kalesi’nin surlarının gölgesinde doğmuş bir çocuktu.
Babası, Kale esnaflarından biriydi; her gün sabahın erken saatlerinde dükkanını açar, akşamın karanlığına kadar çalışarak evine dönerdi.
Yusuf, bu kalabalık ve canlı ortamda büyümüştü; Kayseri Kalesi’nin içindeki o eski çarşıda, hayatın tüm izlerini, gürültüsünü, neşesini, acısını hissetmişti.
Çocukluğunun her anı, Kalenin taşlarına, surlarına ve o taşların arasındaki hayatlara dokunarak geçmişti.
Her sabah, güneş henüz doğmadan babası ile çarşıya gitmek, dükkânın kapısını açmak, onu içeri almak, Yusuf için bir ritüeldi.
Çarşının hareketliliği, kalabalığı, taşların arasında yankı bulan sesler her geçen gün büyüyen bir dünyaydı.
Ne zaman kaleyi izlese, o taş duvarların ardında farklı hayatların yaşandığını hissederdi. Kimi zaman bir esnaf, kimi zaman bir tüccar, bazen de yalnız bir yolcu, o taşların arasında kaybolan yüzlerdi.
Yusuf’un gözleri, her gün aynı dükkânlarda gördüğü insanlarda, o kadar çok hikaye barındırıyordu ki, her birinin içinde bir başka dünya olduğunu hayal ederdi.
Kayseri Kalesi, aslında bir zaman makinesi gibiydi.
Ne zaman surların etrafında gezse, geçmişin izlerini arar, her köşesinde eski zamanlardan kalmış bir iz bulmak isterdi.
O, sadece bir çocuğun gözleriyle bakmazdı; her bir köşe ona eski zamanlardan seslenirdi.
Çocukken, duvarların arkasındaki seslere kulak kabartır, kimi zaman kuyumcuların vitrininde parıldayan altınlara, kimi zaman da kalenin yüksek burçlarından esen rüzgâra bakarak hayaller kurardı.
O zamanlar, bu topraklar ona çok büyüleyici gelirdi.
Sadece bir kale değil, bir yaşam alanı, bir dünya gibi hissediyordu.
Yusuf’un en sevdiği zaman dilimi ise akşamlarıydı.
Akşam çayı içmek için dükkan kapanmadan önce babasıyla çarşıda yürüdüklerinde, Kayseri Kalesi’nin surlarının ardındaki gölgeler uzadıkça, içindeki küçük çocuk masalların peşinden sürüklenirdi.
O anlarda, kalenin duvarları sanki onun düşlerini saklarmış gibi gelirdi.
Babasının iş yerinde, her geleni selamlayan ve ticaretin sıcak dilini öğrenen küçük Yusuf, büyüdükçe işin inceliklerine de vakıf oluyordu.
Ancak, çocukluk yıllarının neşesi hiç gitmemişti. Kalenin her köşesindeki yaşlı esnafın anlattığı masallar, Yusuf’un kalbinde bir iz bırakmıştı.
"Zaman geçtikçe büyürsün," derdi babası. "Ama bu kale hep aynı kalır, taşları hep yerli yerinde olur."
Yusuf, bir çocukken bu sözleri anlamazdı.
Fakat büyüdükçe, o taşların nasıl sabırla durduğunu, zamanla nasıl şekil aldığını ve geçmişin ona nasıl yansıdığını daha iyi kavrayacaktı.
O günlerde, o taşların, duvarların içine sinmiş hikayeler vardı.
Kayseri Kalesi’nin içinde her zaman bir ses, bir rüzgar, bir zaman vardı.
Yusuf’un hikayesi de burada başladı, o taşların arasında, o seslerin arasında.
Yusuf büyüdü.
Kayseri Kalesi’nin o kalabalık çarşısı, taşları, dükkanları, eski anıların yankıları, onun içindeki çocuğu hep yaşattı.
Ne zaman surların etrafında yürüyüp, şehre baksa, çocukluğunun hatıraları, Kayseri Kalesi’nin her köşesinde ona gülümser durur..